15 Şub 2024

Çöpler Madeni Faciasında Erken Bir Değerlendirme



"Tabii ki çevre önemli ama ..."

Sayın Binali Yıldırım Anagold Şirketinin İliç'teki altın madenini savunurken sözlerini bu ifadelerle güçlendirmişti. Bildiğimiz gibi esas niyetimizi, ama diye başlayan ifadelerle söyleriz.

Vatandaşların o zamanlar yapmış olduğu itirazları "kara propaganda"olarak niteleyen Yıldırım, altın madeninin İliç ilçesinin ileri gitmesini sağladığını ve bu fırsatları bırakamayacağını belirtmişti. Yıldırım açıklamasında "Avrupalıların yıllarca bu yanlışı yaptığını ve sıra bize gelince böyle kara propagandalar olduğunu" söylemişti.

13 Şubat 2024'te Anagold Şirketi tarafından işletilen altın madeninin atık topraklarında kayma meydana geldi ve ne yazık ki 9 işçimiz toprak altında kaldı. Bu yazının yazıldığı saatlerde vatandaşlarımızın kurtarılmasına ilişkin herhangi bir bilgi alınamamıştı. Işçilerimizin en kısa zamanda sağ salim ailelerine kavuşmasını niyaz ediyorum.

Bu facianın, sonucunda açığa çıkan zehirli maddelerin, su, hava ve toprağa karışarak uzun süreli zararlara yol açmasının engellenmesi gerekiyor.

Facianın düşündürdüğü

Bu üzücü olayın, ülkemizde madenciliğin hangi şartlarda yapıldığını; dünya standartlarına göre bu konuda nerede olduğumuzu en ilgisiz olan insanımıza bile açıkça gösterdiğini düşünüyorum.

Konunun, duygulardan ve günlük politik çekişmelerden arındırılarak objektif bir şekilde değerlendirilebilmesi için henüz erken ve acı henüz çok taze. Belki de objektif bakmak hiç mümkün olamayacak.

Hemen şunu belirtmekte fayda var: doğaya zarar vererek ve kamu sağlığını tehdit ederek ekonomik büyüme olabileceğini düşünmekten vazgeçmemiz gerekiyor.

"Toprağa zarar vermeyin, ağaçları kesmeyin" diyen insanları "çevreci" diye etiketleyip küçük düşürmenin hatta onları "hain" diye yaftalamanın yanlış olduğunu artık görmeliyiz.

Bir toplum, sağlığından ve temiz bir çevrede yaşama hakkından vazgeçerek ekonomik refaha erişemez.

Toplumda her geçen gün daha çok sayıda insanı etkilemeye başlayan bu endişeler sadece "olumsuz propaganda" olarak etiketlenerek bir kenara atılamaz.

Gerçekten de ÇED Gerekli Değil mi?

Avrupa Birliği mevzuatına uyum sürecinde ithal ettiğimiz "Çevresel Etki Değerlendirme" süreci, sadece adet yerini bulsun denilerek uygulanmakta ve pek çok kamu yatırımında da, Valiliklerce verilen "ÇED Gerekli değildir" kararı ile hiç uygulanmama yoluna gidilmektedir. Bu gerçekten gerekli süreç de, Avrupalıların veya çevrecilerin uydurduğu "şımarıklık" gibi değerlendirilmektedir. 

Hemen belirtmeliyim, bu ÇED gerekli değildir kararları kaldırılmalıdır. Her yatırımın, her otoyol çalışmasının, her termik santralin ve madenin çevreye ve dolayısıyla insanlara etkisi vardır ve bu objektif bir şekilde değerlendirilmelidir. Gerekirse de yatırımdan vazgeçilebilmelidir.

Çöpler maden sahasında meydana gelen bu olayın her gün farklı bir yönü ortaya çıkıyor. Deprem felaketi gibi, belli bir süre sonra bu olayı da unutup geçmiş klasörlerine kaldırmadan yeterince nedenlerin irdelenebilmesini temenni ediyorum.

Belki de, bugüne kadar yaptığımızdan farklı olarak, bu defa, başımıza gelen kötü olaylardan ders alabiliriz.

Mehmet Ekizoğlu

Fotoğraf: Ihlas Haber Ajansı, 13/2/2024


28 Oca 2024

YABAN HAYVANLARINA İHTİYACIMIZ VAR

 Göbeklitepe ve Taş Tepeler

Son yirmi yılda beni en çok heyecanlandıran keşiflerden birisi Göbeklitepe ve etrafındaki yeni keşifler oldu. İnsanlığın bu bilinmeyen yıllarına ait karşımıza birdenbire, hem de kendi yurdumuzda çıkıveren bulgular, daha önce bilinmeyen pek çok noktayı önümüze koydu.

Koydu koymasına da, arkeologlardan antropologlara kadar pek çok bilim insanı, şimdi Taş Tepeler denen bu yerlerde açığa çıkarılan eserler ve bulgular hakkında hipotezlerden öteye geçebilen açıklama getiremedi.

Bunların içinde, T şeklinde kayadan oyulmuş ve her biri 5 metreye varan yükseklikte ve tonlarca ağırlıkta yapıların bir araya getirilmesiyle oluşturulmuş çember tarzındaki yapılar en çok tartışmalı olanlardı. Bu T şeklindeki kayalar üzerinde, yaban domuzu, leopar, tilki, aslan, çeşitli kuşlar, akrep, yılan gibi yaban hayvanları kabartmaları yer alıyordu. Arkeologlar, bu yapıların kol ve ellere benzeyen unsurları nedeniyle insanı simgeleyen en eski yapılar olduğunu düşünmektedir.

Bu yerler birer tapınak mıydı, yoksa ava giden avcıların avdan önce kendilerini cesaretlendirdiği veya avdan sonra heyecanlı öyküler anlattığı yerler miydi? Bu yaban hayvanları kabartmaları onlara kendi güçlerini av için ödünç mü veriyordu, yoksa öyküleri canlandırmada yardım mı ediyordu? Bu sorulara şimdilik kesin yanıtlar veremiyoruz. Taş Tepeler’deki bulguların, insanlığın macerasının bilinen noktalarını en az 4-5 bin yıl geriye götürdüğünü ve tarihin bazı kabullerini değiştirdiğini belirtmekle yetineceğim.


En eski bilgimiz

Buradan benim aldığım bazı derslerden birisi, yaban hayvanları ile insanoğlunun ilişkisinin, bildiğimiz en eski bilgi olabileceği yönündedir. Onbinlerce yıl önce yaşayan atalarımız, nasıl ekmek yapılır, bilmiyordu. Buna karşın, herkesi doyurmak için ne yapılacağını gayet iyi biliyorlardı. O zamanlar yaşayan insan toplulukları, karşılarında hem tehdit, hem de fırsat olarak duran yaban hayatını, olabildiğince iyi öğreniyor ve bu kıymetli bilgiyi yeni nesillere aktarıyordu.

Göbeklitepe’yi inşa eden atalarımızın sadece doğadan ot, ağaç kökü ve meyve toplayarak beslenen insanlar olmadığı açıktı. Onlar, yaban hayvanları arasında hangileri yenir; yemek için onları ne zaman ve nasıl avlamak gerekir; bunu iyi biliyorlardı. Doğada her zaman var olan av-avcı ilişkisi çok kolay bir şekilde tersine dönebildiği için, grubun zayıf üyelerini nasıl yaban hayvanlarının saldırılarından koruyacaklarını da iyi biliyorlardı.

Örneğin, yaban domuzu, doğada çok fazla düşmanı olmaması ve çok üremesi nedeniyle, eskiden beri insan topluluklarının çevresinde en kolay bulunan temel besin kaynaklarından biriydi. Bunun binlerce yıl önce de doğru olduğunu, Taş Tepeler’de yaban domuzunun sıkça betimlenmiş olmasından anlıyoruz. Yaban domuzu, ayrıca oldukça saldırgan ve azı dişleriyle de tehlikeli bir yaban hayvanı olduğu için atalarımızın sohbetlerinde çok yer etmiş olduğunu söylemek yanlış olmayacaktır.

Saygı ve korku

O dönemde, diğer insan toplulukları ile olduğu kadar, yaban hayvanı toplulukları ile de sosyal bir ilişki kuran atalarımızın, yaban hayvanlarına saygı, merak ve ilgi duyduğunu düşünüyorum. Aslan ve leopar gibi yırtıcı hayvanların büyük olasılıkla hem imrenilen hem de korkulan güçleri, onları insan toplulukları açısından kutsallık ile karışık aşk-korku ilişkisi düzeyine getirmiş olmalıdır. Aslanın gücüne ve avlanma becerisine imrenen avcı insanın, onu hem alt etmek isteyeceği, hem de onun gücünden bir parçayı kendinde taşımak isteyeceği doğaldır.

Yerli insanların bilgisi

Bugün de belirli yerli halkların inanışlarında, belirli yaban hayvanlarının çeşitli güçleri olduğuna ve onlarla bir şekilde ilişki kuran insanların bundan bir şekilde etkilendiğine yönelik unsurlar bulunmaktadır. Göçebe kabilelerde “ongun” şeklinde gördüğümüz bu kut hayvanı, Kuzey Amerika yerli toplumlarında belirli bir ruhu ve gücü temsil eden varlığa dönüşmektedir. Her iki durumda da yaban hayvanına yakınlık duyan, ondan bir fayda bekleyen ve doğal olarak yaban hayvanları hakkında pek çok şey bilen insan toplulukları karşımıza çıkıyor. Bu devirde bile konuştuğum Kuzey Amerika yerlileri, yerli olmayan insanlara kıyasla yaban hayatı hakkında kat be kat daha fazla bilgiye sahiptirler.

Yaban cahili modern insan

Modern insan yaban hayatından olabildiğince uzaktır. Gökyüzünde gördüğü kuşların ne tür olduğu; yenip yenemeyeceği hakkında en ufak bir fikri yoktur. Örneğin ülkemizde insanlar, TV ekranında boynuzlu bir hayvan gördüklerinde, bu yaban hayvanının, karaca mı, geyik mi yoksa bir ceylan mı olduğunu bilemeyeceklerdir. Bu söylediğim yaban hayvanlarının birbirinden farklı hayvanlar olduğunu öğrendiklerinde şaşıracaklarına da eminim. Ataları, bu farklı yaban hayvanlarını birbirinden ayırıp, bizim de anlayabileceğimiz şekilde halılara dokumuş olan Anadolu insanının modern çocukları, tavuk gördüğünde korkmaktadır.

Bu sadece kalabalık şehirlerde yaşayan insanlar için geçerli değildir. Köylerde yaşayan insanlar bile, bir kertenkele türü olan kör yılanı gördüğünde derhal bu zararsız hayvancağızı öldürmektedir. Vaşak gören veya yüzyılda bir leopara rastlayan Anadolu insanı, bilgisizlikten kaynaklanan bir istekle bu nadir canlıları öldürmek için elinden geleni yapmaktadır.

Yabanı bilmemenin tehlikesi

Marketin beyaz et reyonundan alabildiğimiz kanatlı hayvan butlarını, ne olduğunu merak etmeden evde pişirip yiyebildiğimiz çağda, kazı ördekten ayıramıyor olmanın getireceği risk ne olabilir? Ormandaki son vaşak ölse, son saz kedisi vurulmuş olsa, dağdaki son kurt da son nefesini verse, hayatımızda ne değişiklik olur? Şunun altını hemen çizmem gerekir, küçük ya da büyük herhangi bir türün bitişi, ekosistem açısından bir küçük kıyamettir. Tüm yaban hayvanlarının doğadaki yeri doldurulamaz ve yok oluşları, ünlü “kelebek etkisi” terimiyle ifade edilen birbirine bağlı olaylar zinciri şeklinde bizi ve gezegenimizi etkileyecektir.

İnsanoğlu doğa ve yaban hayatından koptuğu derecede, sağlığını ve dünyayı tahrip etmeden yaşayabilme becerisini yitirmektedir. Bizim evrendeki varlığımızı en çok tehdit eden şeyin, yine kendi türümz olduğunu artık hepimiz kabul ediyoruz. Yaşam alanını, kısa vadeli kazançlar için bizim gibi yok eden başka akıllı bir tür bulunmuyor. Ben şahsen bunun ana nedeninin, doğadan ve yaban hayatından kopuş olduğunu düşünenlerdenim.

Doğa eksikliği sendromu

Ünlü yazar Richard Louv, bu kopuşa “nature deficiency syndrome” (doğa eksikliği sendromu) adını koyuyor ve eserlerinde bu eksikliğin bireylerde yol açacağı sonuçlara dikkat çekiyor. Doğa eksikliğinin ve yaban hayatından uzaklaşmanın kişisel düzeyde bedensel ve akıl sağlığımızı olumsuz etkilediği artık kanıtlanmış bir olgudur. Bu eksikliğin toplumlarda yol açtığı sonuçlar ise hala sosyolojik araştırmalara ihtiyaç duymaktadır.

Orman varlığındaki azalma, yaşam alanlarının sağlıksız hale gelmesi, su kaynaklarının yetersiz ve kirlenmiş olması, tarımsal arazilerin gittikçe daha fazla ilaç ve kimyasal depolaması, sağlıksız gıdaların yaygınlaşması nedeniyle ortaya çıkan ve artan hastalıklar gibi sayacağımız pek çok olumsuz gelişmede bizim kendi yaptıklarımızın sonuçları rol oynamaktadır. Bozkırda hangi yaban hayvanlarının yaşadığını bilmeyen modern insan, kırları bir ekosistem olarak değil, müteahhitlik firmalarına bölüştürülmesi gereken alanlar olarak görmektedir. Balık türlerinin birbirinden farkını ancak balıkçı tezgahında gören toplumumuz, trol ile avlanmanın balık türleri üzerindeki olumsuz etkisine sesini çıkarmamaktadır. Avcılığa toptan karşı olan modern insan, bırakamadığı beslenme alışkanlıklarıyla milyonlarca yaban hayvanının yaşam alanlarının besi hayvancılığı tarafından tehdit edildiğini veya gıda talebi ve tarımsal üretimin artmasıyla Güney Amerika ormanlarının daha önce görülmemiş bir hızla yok olduğunu görmek veya düşünmek istememektedir.

Yaban hayatının iyileştiriciliği

Elbette, binlerce yıl önce, yaban hayvanını alt etmeye çalışan atalarımızın yaşadığı ilişkiyi yeniden kurmamız çok zordur. Bununla birlikte, yaban ile en ufak bir bağ kurup bu bağı güçlendirmek, hem kendi ruhumuzu iyileştirecek, hem de toplum olarak daha doğru tercihler yapmamıza yardımcı olacaktır.

Yaban hayvanları bize faydalı olduğu için veya bize yararlı olduğu sürece orada olma hakkını elde etmemelidir. Bu gezegeni bitkiler ve yaban hayatı ile paylaştığımızı ve onların var olma hakkını kabul etmemiz gerekmektedir.

Belki de Göbeklitepe’de T biçimli dev taşları insana benzeten ve sonra da üzerine yaban hayvanı kabartması yapan atalarımız bize binlerce yıl öteden bir şeyler anlatmaya çalışmaktadır.

Mehmet Ekizoğlu


Fotoğraflar:

Göbeklitepe fotoğrafları, T.C. Şanlıurfa Valiliği, Haliliye Kaymakamlığı Web Sayfasından alınmıştır.

Beyazkuyruklu geyik fotoğrafı yazara aittir.

18 Oca 2024

YABAN HİNDİSİ






YABAN HİNDİSİ

Bir yaban hindisini uçarken vuramazsınız. Koşarken de vuramazsınız. Yaban hindisi, duyduğu en ufak bir seste kaybolur, fark edeceği değişik bir renk veya gözüne çarpan parmak ucunuz hindinin buhar olup uçmasına yeter.

Amerikalı bir avcının meşhur deyimiyle; “Yaban hindisi koku alabiliyor olsaydı, kesinlikle alt edilemez bir hayvan olurdu”. Neyse ki, yaban hindisinin koku alma duyusu, en azından geyiklerinki kadar hassas değildir.

Yaban hindisinin tek bir dezavantajlı yanı vardır. Daha doğrusu, yaban hindisinin dezavantajlı olduğu tek bir dönem vardır: çiftleşme dönemi.

Amerika’da hindinin havası binbeşyüz!

Eski dünyadan gelen bizler için hindi, kümeste veya köylerde gezinen, yılbaşında sofralarda olmasına alıştığımız, eti pek yavan olan, irice bir tavuktur. Kimsenin canı durduk yerde hindi çekmez. Hindinin yabani olabileceği, ormanda yaşayıp uçup kaçabileceği; hatta avlanabileceğini pek düşünmeyiz. Aslında, kimse hindi için öyle adamakıllı oturup düşünmemiştir de.

Yeni dünya dediğimiz Amerika kıtasında durum böyle değildir. Amerikalılar, Kanadalılar ve Meksikalılar, hindinin yabani olabileceğini bilir; çoğu yaban hindisi görmüştür ve pek çoğu yaban hindisinden korkar. Hemingway’in tanımıyla, avcı olanlar ve olmayanlar şeklinde ikiye ayrılan insanların avcı olan kesimi ise yaban hindisine, hayranlık ve sevgi ile karışık, anlaşılması zor duygular beslerler. Hiç kuş avlamayan ve sadece geyik avına hevesli olan avcılar dahi, iş yaban hindisine geldi mi, ilkelerini bir kenara bırakıp kamuflaj ceketlerini giyerler ve ellerinde yivsiz av tüfekleriyle ormanın yolunu tutarlar.

Hindi, Turkey, Türkiye????

Yaban hindisi, hadi birazcık bilgiçlik taslayalım, Latince adıyla Meleagris gallopavo, Kuzey Amerika kıtasına özgü bir yaban hayvanıdır. Aile olarak tavuk, sülüngiller ve bıldırcın ile aynı aileye mensuptur, ailenin de en irisidir. Evrimini yaklaşık 20 Milyon yıl önce, yine Kuzey Amerika’da bir yerlerde tamamlayan yaban hindisinin dünyadaki macerası biz insanlarınkinden daha eskidir. Buna rağmen, yaklaşık iki bin yıl önce, Amerikan yerlileri yaban hindisinin bazılarını evcilleştirmeyi başarmışlardır. 15nci yüzyılda, bilgiç ayağını Amerika kıtasına basan Avrupalılar, bu bereketli kümes hayvanını alıp Avrupa’ya götürmekte gecikmemişlerdir. İşte biz Türklerin ismimizle ilgili milli derdimiz de buralarda başlar. Evet, hindinin İngilizcesi “Turkey”dir. Sonunda bizim ülkemizin İngilizce adını değiştirmemize neden olan bu ilginç tesadüfün en mantıklı açıklaması, dilbilimci Mario Pei tarafından yapılmıştır. Buna göre, ilk defa İstanbul’dan Türklerden alınıp Fransa ve İngiltere soylularına hediye edilen Gine tavukları, ya da beçtavuğu, kolaycı Avrupalılar tarafından, alınan yerin adına binaen “Turkey cock” yani Türk horozu olarak adlandırılmıştır. Daha sonra Amerika’dan gelen hindiyi gören ve beçtavuğu ile benzerliğinden dolayı fazla düşünmeyen İngilizler buna da “turkey” deyip geçmişlerdir.

Şimdi, Türkçe’de hindinin neden Hind ülkesinden geldiği ayrı bir konu, oraya hiç girmeyelim. Bence bunların hepsi güzel ayrıntılar. Karışıklık oluyor mudur, ben bir kaç gülümseten karışıklığa denk geldim, ancak hiçbir zaman cennet yurdumuzun adını, olması gereken yerden farklı bir yere koyana rastlamadım.

Başına ne geldiyse...

Bu isim konusunu hallettiğimize; veya ertelediğimize göre, gelin şu çiftleşme mevsimine geri dönelim.

Yaban hindisi kışı atlatıp, biraz biti kanlanmaya başlayınca, malum, aklı başka yere çalışmaya başlar. Hayatın döngüsü bu. “Circle of life” dedikleri şey. Erkek yaban hindisi, çokeşlidir, yani sınırsız flört yeteneğine sahiptir. Genellikle bir iki erkek yaban hindisi, birbiriyle rekabet halinde dişi gruplarına musallat olur. Mart ayının sonuna doğru başlayan romantik ilişkiler, Nisan ayının sonuna veya Mayıs başına kadar devam eder.

Bu dönemde, genellikle etrafına fazla dikkat etmeyen erkek hindiler, tarla veya arsa gibi açık alanlarda, dişilerin etrafında gezer, tüylerini kabartır, kuyruk tüylerini yelpaze gibi açarak kendisinin çiftleşmeye en uygun erkek olduğunu ispatlamaya girişir. Kendisinden daha küçük veya genç erkekleri görünce buna çok kızan erkek hindi, onları kızlardan uzaklaştırmak için hızlıca olay mahalline gelir ve dövüşmeye hazır olduğunu rakibine gösterir.

BAM!

Evet, o anda patlayan silah, erkek yaban hindisine aslında saldırdığı genç erkeğin, ve tabii orada hareketsiz duran dişi hindilerin de, plastik birer kuş olduğunu, belki de ilk ve son kez öğretmektedir.

Kuzey Amerika’da yaban hindisi avı sezonu genellikle, çiftleşme dönemi olan Mart, Nisan ve Mayıs aylarına denk gelir. Bunun nedeni, başka türlü yaban hindisinin dikkatinin dağılmış bir anını yakalamanın neredeyse imkansız olmasıdır. Yaban hindisi avında sadece erkek kuşlar avlanabilir ve bu sezon boyunca her avcının, ortalama bir veya iki erkek kuş avlama hakkı vardır. Erkeği dişisinden nasıl ayırt ederler? Birincisi ve en önemlisi, erkek kuşların bağrında, aşağıya doğru sarkan, yaklaşık 20 santimetre uzunluğunda bir tutam kıl-tüy bulunmaktadır. Buna sakal denir ve bunu gördüğünüzde o kuşun avlanmasının serbest olduğunu anlarsınız. İkincisi ise daha az güvenilir bir yol olan, yüzünün renginin kırmızı mavi olmasıdır. Buna pek güvenilmez, zira renksiz derili erkek kuşlar olduğu gibi, kırmızıya çalan deriye sahip dişi kuşlar da vardır. En sağlam olan yol, sakalı görüp emin olmaktır.

Yaban hindisi avındaki sınırlamalar sayesinde, Kuzey Amerika’da hindi populasyonu son derece sağlıklı bir noktadadır.


Bir erkek yaban hindisinin ağırlığı, 11 kilograma ulaşabilir. Etinin lezzetli olması nedeniyle çok tutulan bir yaban hayvanıdır. Benim vurduğum yaban hindilerinden bir tanesi çok yaşlıydı, eti küçük parşalar halinde doğrayıp tavada kavurmak ve sonra fırına atmak durumunda kaldım. Yaşını da sakalının uzunluğuna bakarak tahmin ediyorlar; ancak ben etin sertliğinden de anlıyorum. Eğer vurduğunuz kuş çok yaşlı değilse, yiyebileceğiniz en lezzetli etlerden birisi olduğu hususunda bana katılacaksınız.

Yaban hindisi avı Kuzey Amerika kıtasında o kadar popüler olmuştur ki, bu amaçla kulüpler, federasyonlar kurulmuş; hindi avı için ses çıkaran düdükler, “decoy” denilen mühreler, saklanmaya yarayan gümeler ve özel kamuflaj kıyafetler geliştirilmiştir. Sadece yaban hindisi tabloları yapan ressamlar bulunmaktadır. Bu resimler, yaban hindisi habitatının geliştirilmesi için yapılan bağış toplantılarında açık artırmayla satılmaktadır.

Kuzey Amerika’da, bir zamanlar aşırı avlanma nedeniyle tükenme noktasına gelen yaban hindileri, sonradan akıllanan aynı insanlar tarafından geliştirilen koruma programları ile korunmuş; sayıları artırılmış ve yakalanan hindiler uygun bölgelere tekrar salınarak çoğaltılmıştır. Günümüzde Kanada ve ABD’de yaban hindisi kontrollü olarak avlanabilmekte; avcılık bu değerli yaban hayvanının gezegenimizdeki varlığını tehdit etmemektedir.

 Mehmet Ekizoğlu

Fotoğraflar:

Yaban hindisi fotoğrafları yazara ait olup Kanada'nın Ontario Eyaletinde çekilmiştir.

 

5 Mar 2014

ABD'DE AVCILIK NASIL?

Değerli doğaseverler,

Son zamanlarda DKMP (Doğa Koruma ve Milli Parklar Genel Müdürlüğü) AVBİS dediğimiz sistemi yürürlüğe koydu koyalı bazı gelişmeler yaşadık. Çoğu avcı dostumuz bu sistemi eleştirdi. Eleştirilerin büyük bir kısmına prensip itibariyle ben de katıldım. AYHAK (Av ve Yaban Hayatı Konfederasyonu) bir adım –veya birkaç adım birden- ileri giderek bu sistemi protesto etmek amacıyla avcılık belgelerinin sürelerini uzatmak için başvuru yapmayacaklarını belirtti.

Dünyada limit yok mu?


Avcı yazarlarımız çeşitli nedenler öne sürerek bu sistemin tümüyle kaldırılması gerektiğini öne sürdüler. Ben ise bu sistemin olumlu bir başlangıç olduğunu; hayati denilebilecek bazı eksikliklerin zaman içerisinde giderilmesi durumunda yararlı olabileceğini ve uygulamaya biraz zaman tanınması gerektiğini söyledim. Bu eksikliklerden en önemlisi de denetim eksikliği idi. Tekrar olmaması için görüşlerimi ve tartışmayı tekrar anlatmayacağım. Eski yazılarımda mevcut… Yine yakın zamanda kimi yazarlarımız, sistemi eleştirirken “dünyada avlanma limiti olmadığını, limite avcıların karar verdiğini” de ifade ettiler.

Önümüzdeki sezon değişiklikler bekliyor olsam da, esas itibariyle artık eskinin “saldım çayıra” avlanma sisteminin (!) dönmemek üzere geçmişte kaldığını düşünüyorum. Öncelikle av yönetimi kuralları bunu gerektiriyor. Yaban hayatı ekolojisi bunu gerektiriyor.

“Ben nereye istersem giderim, kaç hayvan vurursam vururum, haftanın istediğim günü, istediğim meraya giderim” zamanı geçmiş; bu anlayış geçmişte kalmıştır.

Gerçekte nasıl?

Gelişmiş ülkelerde, keyifli avlar yapılmaktadır. Herkes kurallara uyarak avını bulmakta ve bizdeki gibi azalmalar yaşanmamaktadır. Eğer denetim yapılacaksa, daha fazla kurallı avcılığa alışmalıyız. Kimse “yabancı ülkelerde limit yok, avlanma günü yok” gibi desteksiz argümanlar öne sürmesin. Bakınız, ABD’nin Illinois Eyaletinin yürürlüğe koyduğu kurallardan yalnızca öne çıkan ve ilgili olanını sizlere aktarayım, daha fazla sayıda avcıya hitap ettiği için upland hunting denilen sülün, çil ve bıldırcın avı kurallarını örnek alıyorum:

Amerika’nın AVBİS’i (!)


Bu sadece sülün, çil keklik, bir çeşit üveyik olan mourning dove, bobwhite bıldırcın ve tavşan avında ava gidebilmek için başvuru kurallarıdır. Ekteki tablodan da görüldüğü üzere eyalet avlaklara ayrılmıştır. Avcılar avlanmak için internetten avlakları seçerek başvuru yapmaktadırlar. Avcılar 6 avlak ve 4 gün tercihi yapabilmektedirler. Daha sonra yapılan tercihler ve avcılar kuraya alınmaktadır. Kura sonucunda tercih ettiğiniz avlaklardan birisi size çıkarsa, bu avlak için belirlenen av tarihlerinden ve sizin başta verdiğiniz günlerden birisinde gidip bu bölgede avlanmak mümkün olmaktadır. Başvurular ağustos ayında yapılır.

Dostlarla av ve diğer av hayvanları sorunu

Avcı kurada çıkması durumunda yanında 3 arkadaşını da getirebilmektedir. Çoğu avlak yönetimi bu beraberinde gelen avcıların da kuraya girerek izin alması gerektiği şartını koymaktadır. Bazı avlaklar sadece bıldırcın için bazı avlaklar ise sadece tavşan avı için ayırılmıştır. Avcı buralara başvurup kabul edildiğinde yani permi aldığında bu avlakta başka bir av hayvanına fişek atamaz. Upland için ayırılan avlaklarda eğer bu tür bir kısıtlama yapılmamışsa, sülün, çil, bıldırcın ve tavşan aynı gün avlanılabilir. Hepsinin limiti geçerlidir. Bunlar dışında başka bir av hayvanı avlanılamaz. Örneğin sincap, yaban hindisi, ördek, kaz veya geyik gördüğünüzde, bu hayvanlar için av sezonu açık olsa bile tüfek atmak yasaktır. Bunlar için ayrıca izin başvurusu yapıp bu hayvanların avının yapılabileceği alanları tercih etmeniz gerekmektedir.

Peki limitler ve tarihler?

Tüm eyalette yapılacak tüm avlarda sülün limiti 2 horozdur. Çil keklik limiti 2 ve bıldırcın limiti de 8’dir. Çanta limiti sırayla 6, 6 ve 20’dir.

Sülün, çil keklik ve bıldırcın avı 2 Kasım’da açılır ve 8 Ocak’ta sona erer. Yıl boyu avlanma diye bir şey yoktur. Belirli avlanma bölgeleri, yani avlaklar belirli tarihlerde avlanılabilir.

Illinois Eyaleti avlakların yönetimi açısından 5 idari bölgeye ayrılmıştır. Her bölgede onlarca devlet avlağı
vardır ve bu alanlara giriş çıkışlar izne tabidir. Her avlağın belli günleri vardır ve o günler için başvuran, kurada çıkan avcılar açık olan tarihlerden seçerek av yapabilir. Bu bölgelerde limit gibi genel kurallar geçerlidir. Bu avlaklarda başvuran avcıların hepsi avlandığı zaman kota dolmuş olur ve avlak ava kapatılır.

Bazı avlaklar sadece geyik avına, bazı avlaklar sadece yaban hindisi avına açıktır.

Bazı avlaklar, yerleşim yerlerine yakın ise sadece ok ve yay ile ava açık olup buralarda tüfek kullanılması yasaktır.

Çoğu avlakta avlanılacak yerler de bellidir. Örneğin bir avlak 500 dönüm ise bunun ancak belli yerleri, örneğin 50 dönümü ava açıktır. Geri kalan kısımlar rezerv alanı veya gezi amaçlı, hiking veya doğa fotoğrafçılığı gibi etkinliklere ayrılmaktadır.

Denetim?


Avcılar avlağa girerken ve çıkarken denetlenir. Avladıkları hayvanları çıkarken yönetime göstermek zorundadırlar. Her avlağın durumu ayrı ayrı izlenir ve sayım yapılır. Bu sonuçlara göre bir sonraki sezon bu avlakta avlanma limiti kısılabilir, avcı sayısı azaltılabilir veya çoğaltılabilir, avlanma günleri uzatılabilir ve kısaltılabilir. Avlak tamamen ava kapanabilir. Buna avcılar karar vermez, kararı IDNR (Illinois Department of Natural Resources) yani eyalet yönetimi karar verir. Karar vermeden önce avcılara da sormazlar.

Illinois eyaletinde yerleşik avcılara öncelik tanınır. Eyalet dışından gelecek yabancı avcılara da bir kota ayrılır. Lisans ücreti yerlilere 5,5 Dolar, eyalet dışından gelen diğer Amerikalılara ise 57,5 Dolardır. Ayrıca sülün, çil, bıldırcın ve üveyik avında 5 dolarlık habitat pulu alınır.

ABD ’de avcılık ve yaban hayatı nasıl yönetiliyor sorusunun yanıtı elbette cilt cilt kitaplarda açıklanmaktadır.
Benim kısaca anlatmak istediğim, avcılık kesin kurallara, belli bölgelere ve belli günlere tabi olmuştur. Özel arazilere izinsiz girmek kesinlikle yasaktır ve ciddi şekilde cezalandırılır. Devlet arazileri sadece avlak değildir ve bütün vatandaşların kullanımına açıktır. Avcılık bir hak değil, bir ayrıcalıktır. Ayrıcalığın kullanımı da kesin ve ayrıntılı kurallara bağlıdır. Kuralları da avcılar belirlemez; yaban hayatı biyologları belirler.

Bu şekilde ABD’de her yıl milyonlarca avcı ava çıkmakta, hepsi de avlakta av hayvanı bularak avını yapmaktadır. Herkes kurallara uymakta, herkes avlanarak hiçbir av hayvanının varlığını tehlikeye atmadığını bilmektedir.
Mehmet Ekizoğlu


27 Şub 2014

AMERİKAN KIRLARINDAN NOTLAR – 3

Yazı dizimizi okumaya yeni başlayanlar için, Kuzey Amerikan kır ve savan ekosistemlerinden bahsettiğimizi hatırlatayım. Kelimenin özgün versiyonu olan “prairie” sözcüğü Fransızca’dır ve Kuzey Amerika’ya ilk defa gelen kaşifler tarafından uçsuz bucaksız görünen otluk alanlara verilen addır. Otluk arazi anlamına gelmektedir. Savan ise bu kırda orada burada dağınık yetişmiş ve çoğunlukla meşelerden oluşan ağaçlık alanlara verilen addır. Kırın ağaçsız bölgelerinin tam güneş ışığı altında ve savanın yer yer gölgeli arazilerinde yetişen bitkiler birbirinden çok farklıdır.

Toprağın aşırı işlenmesi ve aşırı otlatma nedeniyle doğal kırların kaybından bahsetmiştik. Daha sonra da kırlarla tanıştıktan sonra, Wisconsin Eyaletinin güneybatısında bulunan 161 hektarlık çiftliğimizde ailemizin bu konuda eğitimini anlatmıştık.

Yirmi yıl önce 7.7 hektarlık araziye ilk kır otlarını diktiğimiz vakit, çiftliğimizin bulunduğu yerde boyları neredeyse iki metreye varabilen otluklar bulunduğunu hiç aklımıza getirmiyorduk. O zamanlar bunu düşünmek veya anlayabilmek için yeterli bilgi birikimimiz yoktu. Sonra hangi bitkiden ne kadar ekeceğimizi araştırırken, kır çiçeklerinin kır ekosisteminin çok önemli bir bölümünü oluşturduğunu fark ettik. Buna karşın elle toplanan bu kır çiçeği tohumları son derece pahalıydı. Sadece bir avuç kadar alabilmiştik. Bu bir avuç kadar tohumun içinde farklı 12-14 kadar tohum çeşidi vardı. Toprağımız kumluydu ve bir yerinde tam bir kumul olabilecek bir bölgesi de vardı. Orada fazla bir şey yetişmediği için tohumları rasgele attık.

Eşimin çok iyi fikirleri vardı. İçinde en çok rastlanan kır otlarının resimleri olan bir kitap aldı. Bu kitabı inceleyerek ve kendi çiçeklerimizin ne zaman çıkacağını düşünerek oldukça keyifli zaman geçirdik. Ertesi yaz, anayola doğru yürürken (evimiz anayola yaklaşık yarım kilometre uzaklıkta), eşim kenarda çıkmış sarı büyük çiçekli uzun bitkiyi göstererek “bardak çiçeği” dedi. Çiftliğimizde orijinal bir kır bitkisiyle ilk tanışmamızdı.

Bu tarlayı kiralayan çiftçi ekmeyi bıraktığında biz kır otlarına başlamıştık. Ancak çiftçi yine de sığırlarını otlatmaya devam ediyordu. Bu altı sene daha, 1998’e kadar devam etti. Ortalıkta otlayacak sığırlar olmayınca otlar büyüyecekti. Bunun nasıl olacağını bilmiyorduk, şansımız varmış ki böyle güzel bir sonuç verdi. Bunca senedir o orijinal bitkinin otlatmaya dayanabileceğini tahmin etmezdik.

Yıllar içinde toprağın kendi kendine iyileştiğini izledik. Çiftliğin ortasında bulunan sulak alanda, bizim araziyi satın aldığımız 1972 yılında hiç çiçek yoktu. Görülebilen sadece ayak otuydu. Ayak otu yuvarlak öbekler halinde yetişen bir sulak alan otudur. Uzun otları üç metreye kadar çıkabilir. Otu ve çiçekleri o kadar sıktır ki üzerine basana kadar fark etmezsiniz. Her yıl bu bitki çoğalır ve genişler.

İlk önce burada yalnız başına duran bir bitkiyi fark ettim. Dönüşte araştırınca bir at kuyruğu bitkisi olduğunu öğrendim. Şimdi sulak alanlarda bu kamış türünden bolca var. Öğrendiğimize göre, sulak alanlar kendisini çok çabuk restore ediyor. Bu da bir “tohum bankası” olan toprakta saklı bulunan bitki tohumları sayesinde...


Kuru topraklarımız bu kadar şanslı değildi. Yıllar içerisinde, daha önceden görmediğimiz bir bitkiyi saptayabilmek için gözümüzü sürekli açık tutmayı öğrendik. Bir çok ot grubu, bazen tek tek otları ayırt ettik. Wisconsin Eyaletinde türü tehlikede olan bazı kara ot ve kır çiçeklerinin çiftlikte hala yaşamakta olduğunu gördük. Küçük keşiflerimizden çok mutluluk duymayı öğrenmiştik. Öğrendiğimiz başka bir şey de, bizim kafamızdan olmadıkça gelip gören misafirlerimizin bizim heyecanımızı paylaşamadığıydı. Onlara göre bunlar sadece bir grup ottu, o kadar...

Diğerlerine göre aslını daha çok koruyan bazı bölgelerimiz var. Burada karşı karşıya kaldığımız soru, buralara da tohum mu ekmemiz, yoksa kendi kendilerini gelmelerini mi beklememiz gerektiğiydi. Yani aktif olarak restore etmek veya bunu toprağın kendi kendine yapmasını beklemek... Burada zaman en önemli unsurdu. Bazı bitki türlerinin, en son sığır araziyi terk ettikten yedi yıl gibi bir süre sonra çıktığını görmüştük. Yine hatırlatalım, Avrupa’da yetişen otlardan farklı olarak Amerikan kır otlarının iki metreye varabilen uzun ve derin kökleri vardır. Uzun süre sürekli otlatma yapılırsa bu otların kökleri yeterli besini alamaz, sonunda bitki zayıflar ve ölür.

Yerli habitatı restore ederken, önceden yetişmiş ve toprağa tohumlarını bırakmış bitkilerin kalıntıları, yani tohum bankası kullanılır. Bu yeni bitkiler için ana kaynaktır. Bazı tohumlar yıllarca dayanabilir. Ancak bir tarla eğer sürekli sürülüyorsa, bekleyen tohumlar yukarı çıkacak ve nem ve güneş ile yeşerecektir. Bundan sonra atılan ot ilaçları ve toprağın ekilip biçilmesi ile bu bitkiler tamamen ölmüş ve tohumları da kalmamış olacaktır. Bu süreç böyle devam eder ve bir süre sonra tohum bankası yenilenmez ve yavaş yavaş yok olur.

Sizin Türkiye’deki tarlalarınız binlerce yıldır sürülmektedir. Çiftçilerin ne kadar ot öldürücü ilaç kullandığına bağlı olarak, bazı bitkiler tohum verecek kadar hayatta kalmış olabilir veya tarlaların kenarlarında hala bu yabani habitatı besleyecek kadar bitki ve tohum kaynağı kalmış olabilir. Bizim arazimizde tarla kenarlarında yeteri kadar ot ve tohum kalıntısının yaşamakta olduğunu gördük. Bazı arazilerde de ormana yakın kenarlarda veya köşelerde yabani yerli bitkilerin halen yaşamakta olduğu görülebilmektedir.

Toprağı nasıl eski haline dönüştürebileceğimizi araştırırken yapılması gereken en önemli işin arazinin genetik araştırmasının yapılması olduğunu öğrendik. Başka bir deyişle, toprakta ilk başta ne tür bitkiler olduğunu bilmeden bu bitkileri yeniden oluşturamazdık. İlk yazımızda da sözünü ettiğimiz gibi, bitkiler nerede yaşamak isterlerse orada inkişaf ediyorlardı. Bir zamanlar meşe yetişen yere çam ormanı dikmeye kalkarsanız bir nebze başarılı oluyordunuz, ancak bu orada meşe yetiştirmenin başarısına asla ulaşamazdı. Aynı zamanda tohumları mümkün olduğunca yerel kaynaklardan sağlamanın da yararlı olduğunu öğrendik. ABD’de eğer işi ciddi tutuyorsanız, tohumları en fazla  150 km.’lik bir alanda bulunan kaynaklardan temin etmelisiniz. Bunun nedeni yerel kaynaktan gelen tohumların mevsimler, toprağın durumu ve ekim havası gibi şartlara daha iyi uyum sağlayacağıdır.Bizim çiftliğimizde eskiden kalan bir tür vardı, parlayan yıldız denir (liatris aspera). Bunları çoğaltmak için benzer tohumları yakın bir yerden almıştık. Alırken genetiğinin bizim yöreye uygun olması gerektiğini söylememiştim. Bunlar eskilerinden daha geç gelişti ve çiçek açtı. Sonradan öğrendik ki, bu tohumlar daha güneydeki eyaletlerden getirilmiş. 


Sizin Türkiye’de olduğu gibi uzun süredir ekilip biçilen topraklarda orijinalde ne gibi türler yetiştiğini bulmak için belki de eski zamanlarda yazılmış eserlere müracaat etmeniz gerekebilir. Sadece 150 yıldır ekilip biçilen bizim toprağımızda bile bitki gruplarının ne olduğuna ilişkin bir bilgi yoktu. Doğal ekosistem tahrip edilirken hiç kimse bunun önemli olacağını düşünmemişti. En iyi kır otları ve kır çiçeklerinin olduğu yerlerde toprak son derece zengin ve verimliydi, bu da bu toprakları değerli bir tarımsal arazi haline getiriyordu.

Illinois Eyaletinde bulunan Chicago şehri, bir şehir ormanına sahip olan nadir kentlerdendir. Berlin ise diğer bir şehirdir. Chicago ormanları aslında kır ve savandan oluşuyordu, ancak ağaçlar, çalılar ve diğer bitkiler kendiliğinden büyüdü ve sık birer ormana dönüştü. Chicago’da bu ekosistemde orijinal ne kalmışsa bulmak ve korumak için kararlı bir grup vardı. Bunlar ilk eğitimlerini alıp ilk tohumlarını açıklıklara ve meşelerin altına diktiler. Meşelerin altına dikilenler çıkmadı. Yeniden denediler ve aynı sonucu elde ettiler. Bu grubun lideri daha sonra ormanın içindeki patikalarda yürüyerek patikanın kenarlarında yetişen otlardan tohumlar aldı. Bunları meşelerin altına diktiğinde çok güzel bir şekilde yeşerdiğini gördü.

Sonraları kütüphanede araştırma yaparken, 1800lü yılların ortalarında bir kasaba doktorunun notlarına denk geldi. Doktor amatör bir botanikçiydi ve gezerken gördüğü bitkileri ve bunların yetiştiği ortamları not etmişti. Doktorun listesindeki bitkiler ile grubun liderinin diktiği tohumlar birbiriyle örtüşüyordu.

Bu öyküde iki önemli nokta var: birincisi bitkiler yaşadıkları ve yaşamaya elverişli oldukları yerlere göre çok seçici olabilir. İkincisi ise araştırma ve gözlemler size hangi bitkileri nerelere yerleştirmeniz gerektiğini söyler.

Bizim çiftliğimizde kumlu bir bölgeye kır çiçeklerini diktik ve gerçekten de çok güzel bir sonuç aldık. Sonraki yıllarda öğrendim ki, şans eseri de olsa benim ektiğim kır çiçeği tohumları, kumlu toprağı seven türlerden seçilmişti. 

Thomas Wedel

ORIGINAL ENGLISH VERSION

For new readers, we are talking about the North American prairie and savanna environment.   “Prairie” is a French word given by their early explorers to the seemingly unlimited grasslands they found in the middle of the North American continent.  It means “a grassy meadow”.  “Savanna” refers to an area of scattered oaks growing in the prairie.  Different plants grow in the full sunlight of the prairie and the open shade of the savanna.

We have talked about the loss of native prairie from extensive plowing and grazing, and the lack of records as to the plant communities that were lost as a result of this.  We have also talked about the learning curve our family has experienced on our 161 hectare farm in southwest Wisconsin after having been introduced, however accidentally, to the idea of prairies.  
When we first planned to plant a 7.7 hectare field in prairie grasses twenty years ago, we were totally ignorant of the idea that there was once a sea of grasses, up to two meters tall, growing where our farm now is.  We did not have the knowledge to see or understand this.  Then, in studying how much of what kind of grasses to plant, we   learned that flowers made up a significant part of the prairie biome.  However, flower seed, being harvested mostly by hand, is very expensive, and we could only afford about a double handful of it.  In that handful were 12-14 different kinds of seed.  Our land is sandy, and in this field there was an area that would have made an excellent beach.  Not much was growing there, so that is where, in our ignorance, we scattered our flower seed.

My wife has wonderful ideas, and she bought a book with colored photographs of many of the most common prairie flowers.  We spent enjoyable times looking at it, and wondering how long before some of our seeds produced blooms.  The next summer, though, while walking down the drive toward the highway, (our house is a little over a half kilometer away from it) my wife excitedly pointed to a tall plant with a yellow bloom and said, “Cup plant!”  It was our first contact with an original (remnant) plant.


We had planted the field in grasses because the farmer who had been renting the land decided he no longer needed it.  But he still had cows grazing on our pasture, and continued for another six years, until 1998.  We were a bit concerned as to how we would like it with no cows to keep the pastures mowed.  Fortunately, we all loved it.  Now, if we wanted to go someplace on the farm and there was a fence in the way, we just cut it. At that time, the idea that there might be plants that had survived the cows never occurred to us.

Over the years, we have seen the land try to recover on it’s own.  The wetlands in the center of the farm had no flowers in 1972, when we bought it.  All you saw were hummock sedges.  A sedge is similar to a grass, and this kind makes “hummocks” which are round, third-meter high growths that are like stepping stones over the wet ground.  Now, you would never know they were there unless you tripped over one, the flowers are so thick.  Every year, flowers continue to expand their coverage. 

Before all this happened, I saw one lonely plant I had never seen before.  I looked it up, and it was a green rush.  Now, they are common.  Wetlands, we have learned, have the capabilities to restore themselves from the seeds stored in the soil, the “seed bank”.



The dry land is not so fortunate.  Over the years, we have learned to keep our eyes open for any plant that we haven’t seen before.  We have found several small patches of grasses, sometimes as solitary plants and, with this, all the major grass types are present as remnant plants, We have found many upland flowers, some that are not common, and one that is listed as endangered in the state of Wisconsin.  We have learned to rejoice over small discoveries. We have also found that, unless a guest is of like mind to ourselves, they have very little interest in our excitement.  It seems to them a patch of weeds.

We have some areas that have more remnant plants than others.  The problem we face there is whether to add seeds or to wait and see what may come up later.  Whether to actively “restore” or see what the land can do for itself.  In this, time is an element.  We have seen some grass plants appear seven years after the last cow grazed there.  As a reminder, unlike most European plants, prairie grasses and flowers have very deep roots, up to two meters and more.  If they are constantly grazed short, the roots don’t receive the nutrients they need and then they weaken and die.

In restoring the native habitat, the seed bank left in the soil by previous generations of plants is a prime source of new plants.  Some seeds can survive for many years.  But if a field is disturbed by continuous plowing, which might bring dormant seeds to the surface and convince them to sprout, death would follow with later herbicide spraying or cultivating.  This depletes the remnant seed bank and, after many years, there is nothing left. 

Your fields in Turkey have been being plowed for several thousand years.  Depending on how much spraying your farmers have been doing, some plants may have survived to produce seed, or the field margins may still contain remnant plants to provide a seed source.  We have found the latter to be true on our land. Several places have remnant plants growing in the former field edges, next to the adjoining woods.

In our research to learn how to restore the land, we discovered that an essential task is to do a genealogical study of the land.  In other word, find out what was there originally, and then try to recreate that set of plants.  We have found that, as I said in the first article, plants will live and thrive where they want to live. Planting pine trees where an oak forest once stood may succeed, but not as well as planting oaks.  It is also better to plant seeds from the local area, if they are available.  This is called using the local genotype, which means seeds that are native to that part of the land.  Here in the United States, if we are serious about it, we try to keep our seed sources within 150 kilometers of the planting site.  The reason for this is that plants will adjust over eons to local conditions- climate, growing season, etcetera.  We have one type of remnant plant growing on our farm, rough blazing star (liatris aspera), that we have also planted when restoring a prairie.  We bought the seed from a nursery within the distance from our farm I just mentioned.  I did not, however, specify that I wanted only local genotype seeds.  These plants bloom later than the ones native to our farm, and I deduce that they came from farther south.

In the case of land such as yours that has been cultivated or grazed for so long, you probably will have to go back to very ancient writings to find descriptions of what was growing there originally.  Even in our land, which has only been plowed for 150 years, the plant groupings were forgotten.  No one thought to notice (or that it was important) that the native ecosystem was being destroyed.  Where there were the best prairie grasses and flowers, the soil was mostly rich and deep, and so valued for crops.

The city of Chicago, in the state of Illinois, is one of the few cities in the world to have a city forest.  Berlin is another.  The Chicago forests were actually once prairie and savanna, but have been overgrown with weed trees and brush.  There is an active group of volunteers in Chicago, whose aim is to restore or rescue, depending on what plants remain.  They were restoring an area, by replanting, that had a grouping of oaks on it- a savanna.  This was early in the self re-education of the idea of prairies.  They planted their seeds in the open and under the oaks.  The ones under the oaks did not sprout.  They tried again with the same result.  The leader of the group then started walking along paths through the woods and noting the plants growing on the path edges, then started collecting seeds from them and making a list.  He planted the seeds under the oaks with many people objecting that he was experimenting and this should not be done.  The seeds germinated nicely. 

Later, as he was doing research in a library, he came across an account by a country doctor from the mid 1800’s.  The doctor was an amateur botanist, and had made a note of all the plants he saw on his rounds, including where they grew. His list of plants that grew under the trees matched the one created by the leader. 

This little tale has two points to it- one, plants can be very particular where they want to live and, two, research and observation can tell you which plants to put where.

As to our planting of flowers in the sandy area, I will report that they have done nicely.  In later years, I found that, by chance, the ones I selected were all fond of a sandy environment.

24 Şub 2014

AMERİKAN KIRLARINDAN NOTLAR - 2

İlk makalemde, doğal ekosistemin değiştirilmesinden doğan sorunları ve bu sorunları çözmeye çalışırken ortaya çıkan yeni sorunları görmüştük.

Sizlere kır ve savan derken ne demek istediğimi biraz daha anlatmak isterim. Fransızlar, Kuzey Amerika’nın orta kısmını ilk gören Avrupalı olmuşlardı. Ormandan çıkıp neredeyse uçsuz bucaksız görünen otluklara vardıklarında buna kır (prairie) dediler. Bu kelime Fransızca’da otluk anlamına geliyordu. Sözcük kabul gördü. Kır otları genellikle demet halinde görülen otlardır. İki metre uzunluğa kadar büyüyebilirler. Bu otlarla beraber büyüyen yaklaşık 300 farklı çiçek çeşidi vardır ve bu çiçekler baharın ilk zamanlarından don olana kadar sırayla açarlar. Savan ise bu kırda dağılmış ağaç gruplarından oluşan bitki topluluklarıdır. Ağaçlar genelde meşe türleridir ve sadece bu ağaçların açık gölgeleri altında yetişen özel bitki çeşitleri vardır.

Bizim çiftliğimiz 161 hektar büyüklüğünde. Çiftlikte otluk alanlar, savan, sulak alanlar ve orman mevcut. Çiftlikte olmayan tek doğal çevre, açık su kütlesi.

Çiftliği 1972 yılında satın aldığımızda 1855’ten bu yana çiftlikte tarım ve hayvancılık yapılıyordu. Süt hayvancılığı yapılan bu yörede çiftliğin rotasyonla ekilen ürünleri mısır ve aynı anda ekilen yulaf ile yoncaydı. Yulaf, yonca büyüyünceye kadar üst tahılı oluyor ve yoncayı kaplıyordu. Yulaf biçildiğinde yonca büyüyor ve bazen mevsimin sonunda o da biçilecek düzeye gelebiliyordu. Yonca, toprakta mısır ekildiği için azalan nitrojeni dengeliyordu. Yaklaşık üç sene kalıyor ve zayıflayınca yeniden sürülerek bu sefer mısır ekiliyordu.

Gördüğünüz gibi, bu oldukça ağır ve yoğun bir tarımdı. Sıklıkla, mısır tarlalarına atrazine denen kimyasal atılıyordu. Atrazine otları öldürüyor ama mısır bitkisine zarar vermiyordu. Bu kimyasal çoğu bölgede yasaklanmıştı, zira yeraltı sularına karışıyor ve kuyuları zehirliyordu.

1800’lü yıllarda Birleşik Devletler hükümeti, yoğun nüfuslu Doğu eyaletlerinden Batı’ya göçü teşvik etmek için bir program başlattı. Bu programa göre, Batı’ya gelip çiftlik kuran kişilere bu arazilerin mülkiyeti veriliyordu. Yapmaları gereken tek şey, bir kulübe inşa edip çevresindeki araziyi temizlediklerini ve bir müddet ekip biçtiklerini ispatlamaktı. Benim hem anne tarafından, hem de baba tarafından atalarım bunu Kansas ve Oklahoma eyaletlerinde uygulamışlardı. Bu program hala yürürlüktedir, ancak bunu yapabileceğiniz tek yer bugün Alaska eyaletidir.

1800’lü yılların başında ülkenin doğu kısımlarından gelen ilk yerleşimciler bu topraklara ulaştığında, ormansız bir arazinin ne olabileceği hakkında hiçbir fikirleri yoktu. İlk başta hiç ağaç yetişmediği için toprağın verimsiz olabileceğini düşündüler. Sonra toprakların aslında derin ve zengin olduğunu, ancak işlemenin son derece zor olduğunu keşfettiler. Akarsuların olduğu yerlerde büyük ağaçlar vardı ve buradan açıklığa çıkıldığında ağaçlar küçülüyordu. Önce küçük ağaçları kurutarak etrafında ekip biçmeye başladılar. Küçük ağaçları odundan ev yapımında kullanıyorlardı. Büyük ağaç dediğimizde boyu en az bir metre olan ağaçlardan bahsediyoruz.

Ağaçlardan uzak kırları önceleri süremediler. Çünkü kırlarda yetişen otların sert, sık ve sağlam köklerini sürecek sabanları yoktu. Taa ki John Deere 1855 yılında çelik saban takımını icat edinceye kadar... Ondan sonra kırların yok edilmesi süreci hızla ilerledi.

Yerleşimciler mısır ekmek istedikleri yerde ne yetiştiği ile pek ilgilenmedikleri için, hiç biri yok ettikleri bitki topluluğunun aslında ne olduğunu tespit etme ihtiyacı duymadı. Hayat zaten zordu. Kırlara gelip ilk yerleşen insanların, sadece çatı barınaklarda yaşamış ve ilk kışlarını buralarda geçirmiş olduklarına dair kayıtlar vardır. Çatı barınaklar, toprakla birleşen çatı parçalarında oluşan iki tarafı açık kalan örtülerdir. İnsanlar karlı kışları bunların altında geçirmişlerdir. İyi durumda olanları kendilerine bir araba sığacak kadar bir kulübe ancak yapabilmiştir. Bu durumda da odunlar arasında soğuğun girmesini engelleyecek bir dolgu  bulamamışlardır.

Gördükleri yaban hayvanları, tavşan, geyik, ayı, dağ aslanı, kurt, tilki, bizon ve çeşit çeşit kuşlardır.

Eğer bir kasaba civarında yaşamıyorsanız, arazinizin yakınlarında aylar boyunca başka bir insan göremeyebilirdiniz. Bu yalnızlık, kendi arazisinin sahibi olmak isteyen pek çok kişi tarafından ödenmeye hazır bir bedeldi.


Şimdi yüz yıl atlayarak 20. yüzyılın ortalarına gelelim.

Ekoloji bilimi ve düşüncesi yavaş yavaş gelişmeye başlamıştır. Bazı bilim adamları ve diğer ilgilenenler buraların Avrupalılar gelmeden önceki halini merak etmeye başlamıştır. Bu sırada daha önceden sürülmeyen yerler de gittikçe artan bir hızla ekilip biçilmeye başlamıştır. Kalan küçük kır parçaları daha fazla merak ve güzellikleriyle hayranlık uyandırmaya başlamıştır. Kırların tanınması, neden her geçen gün daha fazla hayvan ve kuş çeşidinin yok olduğunu anlamamızı sağlamıştır. Doğal çevrenin kaybolmasıyla birlikte habitat da yok olmuştur. Bu yaban hayvanlarının evi yok edilmiştir.

Yerli yaban hayvanları için habitat her şey demektir. Bir yerdeki hayvanlar, kuşlar ve böcekler yaşamak istedikleri özellikte bir yerleri kalmadığında ya üreyemeyip ölüp gitmekte, ya da başka bir yere göç etmektedirler. Bazı türler çok belirli yaşam alanı gerektirmemekte, dolayısıyla bozulan yaşam alanlarında hayatlarını sürdürebilmektedirler. Diğerleri ise kolaylıkla rahatsız olmakta ve kaybolan bu türler olmaktadır.


Eskiden kalma yazılar, uçan kuşların çokluğundan gökyüzünün karardığından söz etmektedir. Eski kitaplarda özellikle birisinin, yolcu güvercinin sayısı milyonlarla ifade edilmektedir. Sayısı neredeyse sınırsız olduğunda, bu kuşun avcılığı karlı bir iş haline gelmişti. Avlanarak Chicago’da yemek masalarını süslemek üzere paketlenen binlerce kuşun listeleri bulunmaktadır. Bu listelerde kuğular, kazlar, ördekler, yaban hindileri, keklikler ve tabii yolcu güvercini yer almaktadır. Günümüzde yolcu güvercininin nesli tükenmiştir. Kuğulara her yerde rastlanmamaktadır. Keklik ve diğer av kuşları koruma altındadır. Yaban hindileri çiftliğimizin bulunduğu Wisconsin eyaletinde 1800’lü yılların sonunda tamamen yok olmuşlardır.

Kontrolsüz avcılık, aynı zamanda ayı, kurt ve dağ aslanı gibi büyük yırtıcıların da kaybının başlıca nedenidir. İnsanlar bu yırtıcılardan korkmuş ve sürüleri için endişe duymuşlardır. Habitat kaybı ve kontrolsüz avcılık küçük memelilerin ve bazı kuşların neslindeki azalmanın ve bazı türlerin yok olmasının nedenlerindendir. Yırtıcı hayvanların yok olmasının önemli bir sonucu, günümüzde hiç olmadığı kadar bollukta geyik populasyonunun olmasıdır. Yırtıcı ve av arasındaki dengenin bozulmasının çevreyi de olumsuz etkilediği anlaşılmıştır.


Örnek olarak, 1900’lü yılların başında, o zamanlar başkanımız olan Teddy Roosevelt çok önemli bir avcı ve gerçekten ilk korumacıydı. İlk milli parkımızı o kurmuştu. Ancak doğanın dengesini anlayamamıştı. O yıllarda kuzey Arizona’da Başkan Roosevelt’in geyik avlamayı çok sevdiği mesa adı verilen bir yüksekte çok güzel ova vardı. Başkan buradaki geyikleri korumak amacıyla tüm yırtıcı türleri öldürtmüştü. Birkaç yılda geyiklerin nüfusu o kadar çok arttı ki, geyikler açlıktan ölmeye başladılar. Bulabildikleri bütün bitkileri yemişlerdi. Bugün bile mesa bu yıkımın etkilerini atlatabilmiş değildir.

İnsanlar genelde tabiata rağmen ilerleyebileceklerini veya arzularımızın tabiatın düzeninden önde geldiğini düşünmektedirler. Tabiat bize bunun böyle olmadığını hatırlatmaya devam etmektedir. 

Thomas Wedel



ORIGINAL VERSION IN ENGLISH


We have seen in my first article the problems inherent in altering the natural ecosystem   and, concurrently, the problems in trying to restore it.

 I will remind you of the definitions of prairie and savanna.  The French were the first Europeans to see the middle part of the North American continent.  When they came out of the forest into this seemingly unlimited grassland, they called it a prairie, which means “a grassy meadow”.  We kept the word.  Prairie grasses are, for the most part, bunch grasses, growing up to two meters in height. There are about 300 different flower species growing with the grasses, blooming in turn from early spring to killing frost.  A savanna is a scattered grouping of trees in the prairie, usually oak, that have a separate set of plants that grow only in the open shade.
Our farm is 398 acres (161 hectares) in size.  It consists of grasslands, savanna, wetlands, and forest.  The only environment we do not have is a body of open water. 

When we bought it in 1972, it had been farmed and grazed since 1855.  The normal crop rotation in dairy country is three years of corn (which is very hard on the soil), then a simultaneous planting of oats and alfalfa.  The oats provide a cover crop for the alfalfa as it gains strength. Then the oats are harvested, and sometimes the alfalfa is strong enough for a cutting at the end of the season.  The alfalfa adds nitrogen to the soil, replenishing that which was depleted by the corn. It remains for about three years, until it weakens and is plowed under and again corn is planted.
As you can see, this is very intensive agriculture.  Often, the chemical atrazine is sprayed on the corn fields.  Atrazine kills weeds and grasses, but not corn.  It has been banned in many places, as it can build up in the ground water and contaminate wells.

In the 1800’s, the government of the United States, in order to lure people from the well-settled east, set up a program that would give land to people (called a claim) who would come to the unpopulated lands toward the west and set up farms.  All they had to do was prove that they had built a cabin and cleared and farmed the land within a certain amount of time. My ancestors on both my mother and father’s side have done this on the prairie in the states of Kansas and Oklahoma.  This program is still in effect today, but Alaska is the only place left that a person can do it.
When the first settlers arrived from the eastern part of the country in the early 1800’s, they did not know what to think of a land without forest.  At first, they thought that the land must not be very fertile, since there were no trees growing there.  Then they found that the soils were actually deep and rich, but hard to put under cultivation.  Along the waterways there were, in fact, large trees, giving way to smaller ones as you approached the open prairie.  They solved this problem by girdling the smaller trees (to girdle a tree is to cut it all the way around, through the bark and inner layer of the tree, to deny it nutrients from the roots.  Then it will die without sprouting from the base) and then plowing around them for their first crops.  They would also use the smaller trees to build log cabins to live in. When we speak of large trees, we mean trees up to a meter or more across.

They did not plow the prairie, as their plows would not cut through the thick mat of intertwined roots that the grasses and flowers had constructed.  It was not until John Deere invented the steel moldboard plow in 1855 that it was possible.  Then the destruction of the pristine prairie proceeded rapidly.
As the settlers were uninterested in what was already growing where they would like to plant corn, no one thought to make a note of the plant communities they were destroying.  Life was hard enough as it was.  There are records of people coming to the prairie and living their first winter in lean-to shelters, even though there were deep snows.  A lean-to is a structure with a slanted roof all the way to the ground, with two sides covered and the other, high side, open to the air and weather. It is enough to keep the rain and some snow off you.  A very fortunate person would live in a log cabin of a size to hold an ordinary car, but there would not be packing between the logs to hold out the wind. 


The animals they would see would be rabbits, squirrels, deer, bear, cougars, wolves, foxes, and bison (though most of them were farther west), and many, many birds.

If you did not live in a town settlement, you may not see another human being come by your claim for months at a time.  It was a lonely existence, a price many were willing to pay to have land of their own.

Jump now one hundred years to the middle of the 20th century. 

The idea and science of ecology is beginning to take hold.  Some scientists and lay people start to wonder what was here before Europeans arrived.  During this time, more land that had not been cultivated is being brought under the plow.  The small remnant prairie plots that do remain begin to elicit curiosity and even awe at their beauty.  This recognition led to an understanding of why so many animal and bird species were declining. Along with the loss of the native environment, habitat was lost. Their homes had been destroyed.
Habitat for the native fauna is everything.  If the original animals, birds and insects have no place they want to live, they either die out because they cannot reproduce, or they move.  Some species are not very particular and therefore do well with a disturbed environment.  Others are very fussy.  These are the ones we end up losing.

 Early writings talk of the sky being dark with birds flying overhead.  One in particular, the Passenger Pigeon, was reported in the millions.  With a seemingly unlimited supply of wild game, the hunting of it was big business.  There are lists of thousands of birds- swans, geese, ducks, turkeys, grouse and, of course, the passenger pigeon, being shipped to Chicago and other places to grace the dining tables. The passenger pigeon is now extinct, the sighting of a swan is remarkable, grouse and other game birds are now somewhat protected.  The wild turkey was exterminated from Wisconsin, where our farm is located, in the late 1800’s.
Uncontrolled hunting, of course, was responsible for the loss of the larger predator animals- the bear, wolf and cougar.  People were afraid of them, and also were concerned for their livestock.  Loss of habitat and hunting were responsible for the decline and sometimes disappearance of small mammals and birds.  One remarkable outcome of the lack of predator animals is the great number of deer now present, many more than before. The resulting lack of ecological balance between predator and prey has been shown to be destructive to the environment.


As an example, in the early 1900’s, our president at that time, Teddy Roosevelt, was an ardent hunter and, really, our first conservationist. He was responsible for our first national park.  But he did not understand the idea of balance.  There was a lovely table land, a mesa, in northern Arizona where he had been hunting deer. He wanted to protect them, so he had all the predator species on the mesa killed.  In a few years, the deer population had grown so much they were starving.  They had eaten all available plants.  Even today, the mesa has not recovered from this destruction.


Humans often think that they can improve on nature, or that the natural order of things
does not need to get in the way of our desires.  Nature, in turn, keeps reminding us that this is not so.